Söze nasıl, nereden başlayayım bilemiyorum. Bu kitabı okurken de bitirdiğimde de aklımda tek bir şey vardı. Soseki bunu neden yazmış?
Roman (her ne kadar Soseki bütün kitap boyunca bu kitabın bir roman olmadığını kanıtlamaya çalışsa da) henüz 19 yaşında, evinden kaçmış Tokyolu bir gencin gözünden anlatılıyor. Soseki burada garip bir katman kurmuş. Kitabın sonuna kadar (Soseki'yi tanımadığım için) bunun bir anı kitabı olduğunu ve gerçekten de hayatının bir bölümünde madende çalıştığını düşündüm. Biraz araştırınca aslında Soseki'nin herhangi bir madenin yanından bile geçmediğini öğrendim. Madenciliği sadece kulaktan dolma bilgilerle, hem de 20. yüzyılın başlarında yaşamış biri olarak böyle iyi anlatabilmiş olması gerçekten takdire şayan. Tabi burada kitabın çevirmeni olan Sinan Ceylan'ı da tebrik etmek gerek. Kitabı gerçek manada yeni baştan yazmış.
Roman köklerine kadar gerçekçiliği benimsemiş. Karakterin monologlarında, düşüncelerinde ve hatta hareketlerinde bile günümüzle paydaş o kadar çok şey var ki şaşırmamak elde değil. 1908'de yazılmış bir kitabın yüz sene sonra birilerine hala hayat dersleri vermesi ve bunları kanıksatması kitabın gerçek değerini benim nezdimde ortaya çıkarıyor. Kitabın içeriğinden, karakterlerden ya da yaşanan olaylardan bahsetmek istemiyorum. Aksine herkesin muhakkak okuması gereken kitaplardan biri olduğunu şiddetle vurgulamak istiyorum.
Okumak isteyenleri biraz daha yüreklendirebilmek için birkaç şey söylemem lazım. Kitap, hemen bütün kurmaca metinler gibi bir yolculuk metni aslında. Tokyo'nun elit ailelerinden birinin oğluyken ve henüz 19 yaşındayken iki kızın arasında kalan, çareyi ise her şeyi ardında bırakıp sonunun ölümle bitmesini arzuladığı bir yolculuğa çıkan baş kahramanımızla beraberiz. Evden kaçtığının ertesi günü, avare bir şekilde yürüyen baş kahramanımız bir çay bahçesinde (günümüz karşılığı bence böyle) Çozo ile karşılaşır. Çozo ona iş arayıp aramadığını, eğer kabul ederse çok para kazanacağını söyler. Zaten ölmekten başka bir amacı olmayan baş kahramanımız ise Çozo'nun ardına takılır. Madene kadar olan yolculukta ve sonrasında baş kahramanımızın düşüncelerini, duygularını ve karşılaştığı zorlukları biz de duyumsarız. Onunla beraber hakarete uğrarız, mutlu oluruz ya da ölmek isteriz. Söylediklerim de anlayacağınız üzere kitabın empatik bir yönü var. Bir kurmacanın en temel özelliklerinden biri olması gereken bu özellik bu kitabın en baskın yönü. Kitap boyunca kendimi o kırmızı dağda, karanlık tünellerde ya da yüzlerce yabani insanın arasındaymış gibi tedirgin hissettim.
Soseki, bu kitabın bir roman olmadığını metinde üstüne basa basa vurgulamakta. Bana göre ise modern edebiyatın mihenk taşlarından. Kitap bir anı gibi yazıldığı için yazar sık sık araya girerek düşüncelerinden, tecrübelerinden ve çıkardığı derslerden bahsediyor. Bunları ise aslında edebiyatın ortaya çıkmasını sağlayan en temel içgüdüyle; yeni şeyler öğretmeye çalışma isteğiyle yapıyor.
Roman (her ne kadar Soseki bütün kitap boyunca bu kitabın bir roman olmadığını kanıtlamaya çalışsa da) henüz 19 yaşında, evinden kaçmış Tokyolu bir gencin gözünden anlatılıyor. Soseki burada garip bir katman kurmuş. Kitabın sonuna kadar (Soseki'yi tanımadığım için) bunun bir anı kitabı olduğunu ve gerçekten de hayatının bir bölümünde madende çalıştığını düşündüm. Biraz araştırınca aslında Soseki'nin herhangi bir madenin yanından bile geçmediğini öğrendim. Madenciliği sadece kulaktan dolma bilgilerle, hem de 20. yüzyılın başlarında yaşamış biri olarak böyle iyi anlatabilmiş olması gerçekten takdire şayan. Tabi burada kitabın çevirmeni olan Sinan Ceylan'ı da tebrik etmek gerek. Kitabı gerçek manada yeni baştan yazmış.
Roman köklerine kadar gerçekçiliği benimsemiş. Karakterin monologlarında, düşüncelerinde ve hatta hareketlerinde bile günümüzle paydaş o kadar çok şey var ki şaşırmamak elde değil. 1908'de yazılmış bir kitabın yüz sene sonra birilerine hala hayat dersleri vermesi ve bunları kanıksatması kitabın gerçek değerini benim nezdimde ortaya çıkarıyor. Kitabın içeriğinden, karakterlerden ya da yaşanan olaylardan bahsetmek istemiyorum. Aksine herkesin muhakkak okuması gereken kitaplardan biri olduğunu şiddetle vurgulamak istiyorum.
Okumak isteyenleri biraz daha yüreklendirebilmek için birkaç şey söylemem lazım. Kitap, hemen bütün kurmaca metinler gibi bir yolculuk metni aslında. Tokyo'nun elit ailelerinden birinin oğluyken ve henüz 19 yaşındayken iki kızın arasında kalan, çareyi ise her şeyi ardında bırakıp sonunun ölümle bitmesini arzuladığı bir yolculuğa çıkan baş kahramanımızla beraberiz. Evden kaçtığının ertesi günü, avare bir şekilde yürüyen baş kahramanımız bir çay bahçesinde (günümüz karşılığı bence böyle) Çozo ile karşılaşır. Çozo ona iş arayıp aramadığını, eğer kabul ederse çok para kazanacağını söyler. Zaten ölmekten başka bir amacı olmayan baş kahramanımız ise Çozo'nun ardına takılır. Madene kadar olan yolculukta ve sonrasında baş kahramanımızın düşüncelerini, duygularını ve karşılaştığı zorlukları biz de duyumsarız. Onunla beraber hakarete uğrarız, mutlu oluruz ya da ölmek isteriz. Söylediklerim de anlayacağınız üzere kitabın empatik bir yönü var. Bir kurmacanın en temel özelliklerinden biri olması gereken bu özellik bu kitabın en baskın yönü. Kitap boyunca kendimi o kırmızı dağda, karanlık tünellerde ya da yüzlerce yabani insanın arasındaymış gibi tedirgin hissettim.
Soseki, bu kitabın bir roman olmadığını metinde üstüne basa basa vurgulamakta. Bana göre ise modern edebiyatın mihenk taşlarından. Kitap bir anı gibi yazıldığı için yazar sık sık araya girerek düşüncelerinden, tecrübelerinden ve çıkardığı derslerden bahsediyor. Bunları ise aslında edebiyatın ortaya çıkmasını sağlayan en temel içgüdüyle; yeni şeyler öğretmeye çalışma isteğiyle yapıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder